hesabın var mı? giriş yap

  • cep telefonunuzdaki msgları ilk kez görüyormuşçasına 20. kez okumak.

    edit: önceki entry uçtuğu için formata uygun bir tanım yapmak gerekirse: kişinin ders çalışmamak için normal zamanda yapmadığı, kendisine iş çıkarıp yaptığı hareketlerdir.

  • baba - alo kızım nasılsın?
    as - iyiyim baba, sen nasılsın?
    baba: iyiyim kızım ben de
    as: valla iyi olduğuna şüphem yok annem 2 haftadır benimle çünkü
    baba: ahahaha eşşeğe bak ne yapayım kızını benden fazla seviyor demek ki
    as: baba maaşımın yarısını sana vereyim ne olur çağır artık annemi :(
    baba : mal varlığımı üstüne yapayım sende kalsın

  • istanbul dışında ikamet eden kuzenin anaokuluna giden kızına proje ödevi verilmiştir. projeye göre önce eldeki malzemelerle bir oyuncak bebek yapılacak ve bebek muhtelif yerlerde gezdirilip bir günlük tutulacaktır. fakat her nedense bebeğin şehir dışında bir yere gitmesi de şarttır. "nolucak yeaa, göndermiş gibi yaparız, günlüğe de döktürürüz bir güzel" desen de yemiyorlar. kanıt olarak fotoğraf sunmak lazım. hal böyle olunca da tek çare olarak bebeğin şehir dışı gezisi için istanbul seçilmiştir. bebek, günlüğüyle birlikte taa istanbul'a gönderilmiş ve dayı tarafından alınıp getirilmiştir.

    istanbul'da bulunan aile bireyleri tarafından proje son derece ciddiyetle karşılanmış, herkes canla başla çalışmış, bebek herkesin evinde yatıya kalmış(!), tüm ayrıntılar günlüğe yazılarak hepsiyle ilgili kuzene rapor verilmiştir. fakat dayımın yaptığı çalışmalar adeta projeyi başka bir boyuta taşımış, öğrendiğimde de beni kahkahalara boğmuştur.

    meğer benim koskoca dayım, bezden falan yapılmış bildiğimiz oyuncak bebeği de almış istanbul turuna çıkmış. beyazıt kapalıçarşı senin, eminönü benim dolaşmışlar bütün gün. öyle bir keyifle anlattı ki, sanırsın adam hayatının gezisini yapmış. geziyi ölümsüzleştirmek için çektiği hatıra fotoğraflarından sonrasını pek dinlemedim, dinleyemedim:

    http://i.hizliresim.com/jqvagy.jpg
    http://i.hizliresim.com/jqva9y.jpg
    http://i.hizliresim.com/o01j5m.jpg

    ya, 57 yaşında bir adam düşünün. oyuncak bebeği almış, oraya buraya koyup fotoğrafını çekiyor. "abi hayırdır?" diye soruyorlar, "hiiç, gezdirmeye çıktım" diye istifini bile bozmuyor. gülmeyeyim dedim, sonra kahkahalarımız birbirimizin suratında patladı. neyse ki dayım sayesinde ailece projeden alnımızın akıyla çıktık. fotoğrafları kuzenime mail attım, kahkaha atmaktan konuşamasalar da teşekkürlerini ilettiler. şimdi dayım diğer velilerden kendi bebekleri için gezi teklifi alıyor, mutluyuz gururluyuz.

  • otel rezervasyonu yaptır sevgiliye, gerekirse öde. bunlara rağmen ex'in evinde kalmayı tercih ediyosa ee o zaman next de kardeş.

  • herhangi bir inancın veya ideolojinin insanlığın bütün sorunlarını çözeceğine körü körüne inanmak ve daha kötüsü bu inancını başkalarına baskı kurarak hakim kılmaya çalışmak.

  • sebebi, amerikan dizi ve filmlerinin uluslararası camiada o günlerde tek başına olmasıdır. ruslar film yapıp dağıtmış da biz mi izlemedik? amerikalılar yapıp dağıtırsa amerikalılarınki izlenir, ruslar yapıp dağıtırsa ruslarınki

    bazı suserların demir perde politikasından haberi yok maalesef. sosyalizm ve solun denenmiş birer sistem olduğu, denenmesine rağmen çalışmadığından da haberi yok. aynı sovyetlerin, o mükemmel mahlleleri olan, kütüphaneli falan, sırf insanlar batıya özenmesin diye demir perde politikası diye bir şey uyguladığından da yok. hatta ve hatta, sırf insanların kaçmasını engellemek için bir şehrin etrafını bir duvarla kapladığından hiç yok(bu arada, duvar berlin'in batı almanya kontrolündeki bölgesinin etrafını, doğu almanya insanlarının batı almanyaya kaçması engellemek için kaplanıyor). başkan jfk'nin berlin duvarını gösterip, "...hiç bir zaman insanlarımızı içeride tutmak için bir duar örmemiz gerekmedi..." dediğininden hiç haberi yok.

    sosyalizm öyle harika bir sistem ki, etrafına duvar örüp insanları zorla içeride tutmazsan kaçıyorlar gençler. öyle müthiş bir sistem, herkesin keyfi öyle yerinde yani.

  • benim de sahip olduğum mbti kişiliğidir. öncelikle şunu söylemeliyim ki insanlar içe dönük olmakla utangaç veya asosyal olmayı karıştırıyor. utangaç insan korkusundan dolayı yalnız kalmak isterken içe dönük insan yalnız kalmaya ihtiyaç duyar. bu yalnız zamanları da sevdiği bir uğraşla ilgilenmeye ya da kendi iç dünyalarını dinlemeye ayırırlar. tekrar enerjilerini toplayıp yeniden sosyal ortamlarda bulunmak için buna ihtiyaçları vardır. herşeyden çok çabuk sıkıldıkları doğrudur bu yüzden add ya da adhd gibi rahatsızlıklara eğilimleri vardır. ama bu rahatsızlıklara sahip biri bile bir şey ilgisini çok çektiği zaman uzun süre odaklanabilir.
    duygusal problemlerle karşılaştıklarında durumla yüzleşmek yerine duygularından kaçmak için kendilerini çok spor yapmaya, çok kitap okumaya veya çok çalışmaya verebilirler.
    duygularından kaçmadıkları zamanlar da ise duygusal tepkilerini direkt ortaya koymak yerine o duyguya yol açan sorunlarla birlikte bir köşeye kaldırır ve sakinleşince duygularının nedenlerini sonuçlarını en ince ayrıntısına kadar analiz edip nihai bir duyguya, sebebe, sonuca ve bu konu hakkında yapılması gerekene ulaşırlar. duygularını analiz etmeleri ruhsuz olduklarını göstermez aksine diğer insanların çoğundan daha derin duygulara sahip olmalarından ve bu duyguların diğer insanları ve kendilerini de olumsuz etkileyebileceğini düşündüklerinden ve dolayısıyla yanlış bir sonuca varmak istememelerinden kaynaklıdır. nihai duyguya ulaşmak zaman aldığından acele tepki vermezler ve bu tepkisizlikleri diğer insanlar tarafından duygusuz olarak tanımlanmaya sebep olabilir.

  • anneniz ve babanız hala akp'ye mi oy veriyor? çözüm basit büyük ihtimalle aileniz için internet facebook'tan ibaret ve başka bir mecra kullanmıyor.

    akp'nin facebook üzerinde büyük bir oluşumu var ve herkes bir birini gruplara, sayfalara ekleyip yalan haberler paylaşıyor amcaların teyzelerin akıllarını bulandırıyorlar.

    babam koyu akp'li idi facebook'undan onun izni olmadan eklendiği 10'a yakın akp grubundan çıkardım ve engelledim, sayfaları tek tek beğenmekten vazgeçip engelledim. 2-3 ayda bir girip temizlik yapıyorum çünkü hala ekliyorlar.

    teyit.org ve mahluklar adlı bi kaç bağımsız haber sitesini her zaman ana sayfada göster şeklinde ekledim ve bi kaç başka siyasetçinin sayfasını beğendim.

    2-3 hafta sonra aaa ali babacan parti kurmuş baya da olmuş nasıl duymamışız dedi.
    arada meral akşener konuşmalarını dinliyor bu kadın iyi konuşuyo diyo.
    akp'nin geçen yaptığı haber yalanmış diyor.

    şuan net bir şekilde akp'den soğudu ve oyunu ali babacan'a vermeyi düşünüyor.

    arkadaşlar artık ailenizin sizi koruduğu dönemler bitti, onların interneti facebook'tan ibaret onları siz koruyun.

    edit: sakın chp, kılıçdaroğlu, halktv yada süper muhalif sayfaları beğenmeyin ters teper. akp neyse chp'de aynı çünkü bunların troll'leri insanları akp'li olmaya teşvik ediyor.

    edit2: sizden ricam bu taktiği yaşıtlarınız ile paylaşmanız akp'den anca böyle kurtulabiliriz.

  • ''tarih bana umut etmenin yorgunluğunu çağrıştırıyor''.

    erzurum'un ücra bir köyündeki ortaokulda resim öğretmenliği yapan samet, bir bacağını ankara garı saldırısında kaybetmiş olan ingilizce öğretmeni nuray'a, yemek masasında işte bu umuttan söz açıyor: ''umut etmenin yorgunluğu''ndan. yalnız ve güzel ülkemiz, umudunu sorguladığı bir dönemi yaşarken, kuru otlar üstüne de bu umudu aynı anda bizimle beraber sorgulayan bir film. nuri bilge ceylan imzalı.

    dokuzuncu uzun metrajında ceylan, her zamankinden daha fazla ve çeşitli meseleleri dert ediyor. memleketin birbirinden beslenen birçok yaraları adeta bir geçit resminde pelikülden akıyor. kimi artık nasır tutup kanıksanmış, kimi yeni kabuk bağlamış, kimi hala kanayan. kürt sorunu, mezhep çatışması, anadilde eğitim hakkı, babaları gözaltında kaybedilenler, sistemin güç sarhoşluğu, bürokrasinin sakıncalı bulduklarını hasıraltı edişi, göç, fakirlik, pedofili, mecburi hizmet, atanamayan öğretmenler, kadın ve çocuk hakları konularına cesurca temas eden film, yönetmenin en politik eseri.

    dört yılını mecburi hizmete vermiş olan samet, bir yandan sabırsızlıkla tayinini bekliyor, bir yandan da ülkesine fazla fazla hizmet etmiş olduğuna kendini inandırarak vicdanını küçük burjuva suçluluk duygusundan azade edip rahatlatmaya çalışıyor. yaşamaya, gençliğinin tadını çıkarmaya istanbul'da başlayacağına ve orada mutlu olacağına kani. uzak (film)'taki mahmut'un gençliğini çağrıştırıyor azıcık sanki: karlı günlerde kendi sosyoekonomik düzeyinden düşük kimselerin fotoğraflarını çeken, köyünden istanbul'a yerleştikten çok sonra bile hayal ettiği mutluluğu yakalayamamış, varoluş sancısı çeken bir kaybeden, bir yarı-aydın olan mahmut'un. onun gibi dıştan entelektüel, içi ise sığ bir karakter samet. sinemacı mahmut nasıl ansızın evine misafirliğe gelen köylüsüne kaba ve nadan davranıyorsa, öğretmen samet de köylü öğrencilerine öyle davranıyor. oysa günlük hayatta her kesimden insanlarla ise iyi geçiniyor gibi görünüyor; jandarma karakolundaki astsubay başçavuşla da, gerilla olmak isteyen feyyaz'la da, ağzıbozuk veteriner vahit'le de. ama aslında kibirli, sinsi ve yaşadığı her türlü mutsuzluğu görev yaptığı köye yıkabilecek kadar yüzeysel bir insan. doğuda sıkıntılı, zoraki bir misafir olan batılı. ev arkadaşı kenan ile kurduğu ilişki de farksız. oranın yerlisi olan kenan'ın yüzüne gülen ama arkasından konuşan, hatta iş çeviren biri. nuri bilge ceylan verdiği bir mülakatta samet'in kötü biri olmadığını söylemişti ama şu bir gerçek ki, samet, nbc evreninin belki de en karanlık karakteri.

    hayatta kimseye fazla düşkün olmamışlığın hafifliğinin ve zahmetsizliğin ''konforunu'' yaşayan samet, hayattan alacağının olduğuna inanan iyimser kenan ve yaşadığı büyük travma ile hayatın yedek kulübesine mahkum edilmiş ancak direniş ruhunun parlaklığı hiç azalmamış nuray. ne var ki, üçü de ''umut etmekten yorgun''lar ve bu kaderleri haline geliyor. çünkü artık bir karar vermeliler bu duyguları hakkında: bu bir umut mu, yoksa bir hayal mi?

    cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülünü kucaklayan merve dizdar göründüğü her sahnede doğallığıyla ve sadece gözlerinin ve bakışlarının bile yettiği oyun gücüyle devleşirken, deniz celiloğlu insan tabiatının gölgeli yüzünü ve dipsiz bir kuyu olan ruhunun en rahatsız yerlerini apaçık bir inandırıcılıkla, adeta kamerayı delip geçerek ortaya koyuyor. sevim'i oynayan ece bağcı, filmin gizli yıldızı. genç oyuncu ileride adından çok söz ettirecek. feyyaz'da ise münir can cindoruk'un, karakterin kırgın öfkesini adeta bir giysi gibi üstüne giymesi akıllara kazınan cinsten. bir de eylem canpolat'ın canlandırdığı halime var. filmin kalbimize en derin yarayı açanı.

    filmde biçimsel bir oyun da var ki, çoğumuz onu ilk defa gördük: samet'in ansızın kurgudan çıkıp filmin setine adım atması ve orada geçirdiği zaman, sinema salonumuzda neredeyse cisimleşmiş bir çalkantı yarattı: ''yemek masasındaki bu yoğun konuşmadan ben sıkıldım artık, biraz çıkmak istiyorum'' deyip seti terk eden oyuncu. bu adeta brechtyen bir yabancılaştırma izleği ve seyircide kırılma duygusunu yaşatıp amacına da ulaşıyor. samet mutfağa gidip bir hap içiyor (viagra?) ve hemen geri dönüyor. ''izlediğin, eninde sonunda bir film, bu kadar da içine girme'' diyor adeta ceylan. hikayenin en hassas noktasında seyirciyi anlatıdan çekip çıkaran bu hamle, gösterişli iddiasının altında kalmamayı nasıl başarıyor peki? sonrasında seyircinin hikayeye geri dönmesi için hiçbir çaba harcamasına gerek bırakmayan nefis kurgusuyla. başlıbaşına parlak bir fikir ve olağanüstü bir uygulama.

    buraya kadar geldiysek, filmin en canalıcı sekansına, nuray'ın evine girelim. iki kavram kıyasıya çatışıyor bu loş, eski fotoğraflarla dolu eski evde: samet'in hararetle savunduğu özgürlük ve liberal düşünce ile nuray'ın tavizsiz çoğulculuğu ve dayanışmacılığı. o yemek masasında düşünceler, bakış açıları, hayat görüşleri topyekün bir savaş halinde. aslında birbirlerine taban tabana zıt değiller ama tartışmada haklı ve üstün çıkmanın tatmin duygusu ile normalde belki bu kadar büyük bir dirençle üstünde durmayacakları şeyleri söyleyip, çatışmayı ve tartışmayı alevlendiriyorlar. bana kalırsa ne samet aşırı bir bireyci ne de nuray aşırı bir toplumcu. ikisi de akıllı, ikisi de hazırcevap, ikisi de donanımlılar. birbirlerini bu çatışmayla etkiliyorlar ve çatışma masadan kanapeye, oradan da yatağa giden bir sergüzeştin ateşleyicisi oluyor. cannes jürisi, merve dizdar'a sırf bu sekanstaki performansı için bile ödülü vermiş olabilir.

    kuru otlar üstüne, teknik olarak kusursuzluğa yaklaşmış bir verim: saat gibi tıkır tıkır işleyen senaryosu, üstün oyunculukları, özenli oyuncu yönetimi, merak uyandıran kurgusu, nbc'nin her zamanki masalımsı ışık ve gölge tasarımı, aralara konulmuş ve hikayeyi güçlendiren harikulade fotoğrafları, pırıl pırıl sesi, etkileyici ses tasarımı, az sayıda ama içi titreten müzikleri, akıcı kamera hareketleri ve uzun süresine rağmen sanki bir film seyreder gibi değil de bir edebi eser okur gibi büyük bir zevkle takip edilebilmesi ile, ulaşılması zor bir seviye sunuyor. kuru otlar üstüne, nbc'nin belki en güzel filmi değil (bence hala bir zamanlar anadolu'da en güzeli) ama kesinlikle en iyi filmi, sinemasının tepe noktası.

    kilit soruyla bitireyim: samet istanbul'a dönerse mutlu olabilecek mi?

    gelin, onu da en iyisi filmin sonundaki kuşa soralım. kuş özgürce uçuyor ve samet kuşun arkasından bakakalıyor.

    hepinize iyi pazarlar, sevgili okuyucular.